Yaptığı her işte fark yaratan Fem Güçlütürk, yoğun iş hayatını bir kenara bırakıp, kendini bitkilerin dilini anlamaya adadı. 'Labofem' ismiyle markalaşan Güçlütürk, bu kararı almasının hem kolay hem de zor olduğunu anlattı.
Röportaj:Nazan ORTAÇ
Fotoğraflar:Haydar ERÇİN
Evinizi neden botanik bahçesine çevirdiniz?
Salon bahçıvanı diye dalga geçiyorum kendimle! Bitkilerden bir cennet kurdum, dileyeni bitki dünyama ortak ediyorum. 1999 depreminden sonra oturduğum dairenin terasındaki 60 büyük saksı yüzünden komşular dava açıp, hem çok su harcıyorsun, hem de tepemize inecek bu saksılar dediler. Hakim geldi, güldü, gitti. İşte, bitki deliliği 96-97'lerden beri benimle büyüdü.
Peki, Berna Sağlam Naipoğlu ile birlikte kurduğunuz 'Bernaylafem'e ne oldu?
Bernaylafem bensiz daha da güzel gidiyor! Haftada bir danışmanlık kisvesi ile uğruyorum, orada hem 10 yılım var, hem adım, her şeyden öte Berna da canım. İşin uygulama detayında boğulmayınca daha bile iyi belki, zihin açıklığı ile bazı projeler için fikir geliştirme kısmında yakınlarında oluyorum. Ama artık Labofem benim tek merkezim.
Bu ciddi bir kariyer değişikliği, bu kararı vermeniz nasıl oldu?
Hem çok kolay, hem çok zor. Her zaman korkular insana mevcut konforundan uzaklaştıracak kararlar vermeye engel oluyor. Cennet ve cehennemi bu dünyada yaşadığımıza, tek ve benzersiz hayatımızın geri gelmeyeceğini bilen tek varlıklar olarak nasıl da saçma sapan bir sisteme bağımlı kalarak yaşadığımıza, apoletler, yüklenen görevler, psikolojik baskılarla boğulduğumuza inanıyorum. Kopenhag'da Air-bnb ile gittiğimiz bir evde ufacık üçgen camlara rağmen ev sahibi kızın harika bitkileri nefis Danimarka porselenlerinde yetiştirdiğini görünce tepemin tası attı! Güneşse güneş, topraksa toprak, neyimiz eksik, mecbur muyuz en yakınımızdaki seranın ne seçtiği bilinmeden sattığı bitkileri standart saksılara koyup, sonra da "Ay bunu da öldürdüm, maydanoz bile yetiştiremiyorum" demeye diye düşündüm. Ayrıca Pelin Narin'in 'Para Koçluğu' kitabı da sanırım bu değişimde bardağa düşen son damla oldu, cesaret verdi, elimden tutup "Hadi, buraya kadar gelmişsin, bir adım kaldı" dedi. Sıcaktan bunalmış, denize girmek için dayanılmaz bir istekle iskelede durmuş karar veremezken, hani soğuk mu sıcak bilemediğiniz suya atlamak için dışardan bir mucize beklerken, ve sonra da su ne kadar serin olursa olsun "Oh iyi ki girmişim, hemen alışıyor insan" diyeceğinizi bilirken lazım olan 'hadi atla' cesaretini verdi bu kitap. Danimarka'da zaten o kitabı okuyordum, döndüğümde karar vermiştim. Sınaması kaldı.
Şüphesiz, bu sadece kariyer değişimi değil, yaşam tarzının, hayata bakışın da değişimi... Ne tetikledi sizi?
Bir grup meseleye 'uyanmış' insanın hayatının ilk 30-35 yılını 'birisi' olmaya çalışmakla, sonra geri kalanını da bu birisinin içine sıkışmış esas benliğine kavuşturmak için 'olduklarından' kurtulmaya çalışmakla geçirdiğini fark ettim. Hani Ferrari'sini satan bilge gibi, ki Ferrari'm hiç olmadı, ama motosikletimi (büyük olanı!) sattım. Arayışların seyahatle çözülmeyeceğini, sıkıntıların yara bandı ile kapanmayacağını anladım. Beni, birisi veya hiç kimse, yani Fem yapanın aslında zaman içinde fark etmeden toplum tarafından yüklenmiş roller, kazanılmış pozisyonlar değil, benim seçtiklerim olduğunu tekrar hatırlamak bu durumu tetikledi. Kararlarımı, toplum ne düşünür diye değil, dışardan nasıl gözüküyor diye korkarak değil, ben ne istiyorum, nasıl mutlu olurum ki etrafımdakiler de bu mutluluktan nasibini alsın diye düşünerek, daha doğrusu hissederek alıyorum. Yoksa toplumun size uygun gördüğü formlarda, formatlarda yaşamak ve siz fark etmeden yıllar içinde üzerinize örülmüş kılıkları, matah sandığınız 'poz'ların ağırlığını taşımak zorunda kalıyorsunuz. Ezber bozmak iyidir, enerji verir. Pozcuyla, özdeki kişi çatışınca da sonuç hastalık, tatminsizlik, mutsuzluk, hırçınlık, heyecansızlık veya karamsarlık olarak kendini belli ediyor. 40 yaş krizi dedikleri de tam bu aradaki farkın tavan yapmasından ve içteki çocuğun 'yeteeeer' deyip kaybettiği yılları yakalamak, dizginleri eline almasıyla yaşanıyor kanımca. Ondan saçlar uzuyor, kulaklar deliniyor, kravatlar atılıyor, dövmeler buruşuk ciltlere yayılıyor! Olsun; hiç yoktan iyidir.
Ortağınız Berna Sağlam Naipoğlu, ne dedi kararınıza?
Berna hayatta tanıyıp tanıyacağım en iyi yürekli kadın, bir ver bin al insanı. Birbirimizden hep en uç noktalarda farklı olduk, ama bizi yinyang yapan da bu oldu. Berna'ya bir süredir zaten ben az kazanıp az çalışayım diyordum, işlerden iş seçiyordum, beni organizasyonlara götürme, erken uyuyorum, dayanamıyorum diyordum. O da inanılmaz iyi ve anlayışlı bir insan olduğu için göz yumuyordu bu duruma. Hep söyledim ona da, Bernaylafem Fem'siz yürür ama Berna'sız asla. Nitekim öyle de oldu, ben son bir-iki yılda daha az müşteriye hizmet veriyordum, baktık ki aksayan bir durum yok, tamamen beni azat etmesini istedim. Benim için çok sevindi ve bence onun için de iyi oldu. Aksi şekilde devam etmek ona da haksızlık olurdu. İkimiz de çok şey öğrendiğimiz önemli firmalarda doğduk, büyüdük. Bugün bireysel gelişimimizde Vakko ve Alarko hala kıymetini korur; memur aile kültürümüzden şirket kurma cesaretine ortaklık yaparak geçebildik. Birlikte çıktığımız yolun geldiğimiz noktasında artık tek başımıza devam etmenin zamanı gelmiş olmalı, küslük olmadığı gibi ömür boyu sürecek bir dostluk ve güven kaldı.
Botanik bilimi çok ciddi bir iş ve derin bir alan. Nasıl eğitiyorsunuz kendinizi?
Hakikaten sonu yok, aslında her dalda olduğu gibi 'ben oldum' demek imkansız, her soru bin soruyu daha getiriyor, öğrenmekten ve okumaktan delice bir zevk alıyorum. Avusturalya'dan 'distance education' alıyorum, ödev gönderip not aldığınız, sonunda da güvene dayalı sınavı olan bir sistem. Bu eğitim kaktüs-sukulentler üzerine, ayrıca NGBB'nin Edinburgh ortak çalışması 'Bahçıvanlık Eğitimi'ni tamamladım. Ve bir kütüphane kitabım var, sürekli okuyor, yazıyor, çalışıyorum. Bitki sulamam bitince, dinlenmek için oturduğumda hazırladığım Latince epitet sözlüğünü okuyorum. 7/24 ve bir günde 48 saat bu işe kafa yoruyorum. Heyecanım ve öğrenme merakım da her saniye artıyor.
Saksılara da önem veriyorsunuz, eşleştirme yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bitkilerin kendi habitatlarındaki şartları saksılarda yaratmak, kısa köklüler, az su isteyenler, aydınlık ama filtreli ışık isteyenler, işte tüm bunlara dikkat ediyorum. 4-5 ayrı toprak karışımım var, taşlar Türkiye'nin bir yerinden geliyor, tüfler başka yerinden. Ben de saksıları bulur, yaptırır, eşleştirirken içinde hayal ettiğim türün ihtiyaçlarını gözeterek kurguluyorum. Mesela kısa sürede yatay ve çabuk büyüyen bir türü ufacık bir saksıya, sağında solunda yer bulunmaz halde koyarsanız, bir ay sonra zorlanacak veya gelişmesi duracak. Yani amacım bitkinin en rahat edeceği ve en estetik gözükeceğim optimal şartları sağlamak. Aranjman mantığı ile bir araya sokulmuş birbirinin tam tersi su/aydınlık/toprak isteyen sunumları görünce gözlerim doluyor. Bazı marketlerin karanlık ortamında daha fazla ışıksız kalmasın diye kurtarıp evlat edindiğim ne çok bitki var mesela!
Biraz Labofem'in işleyiş biçiminden bahseder misiniz?
Bitkileri 7-8 ayrı seradan kendi zevkime ve bilgime göre seçiyorum. Her tür salon bitkisi var, çoğu bahar ve yaz aylarında bahçe veya terasa da uyum gösteriyor. Sadece sukulent veya kaktüs değil, tropik türler de mevcut. Dileyen internetten sipariş edebiliyor, dileyen ev atölyeyi ziyaret ediyor. Evlerinin fotoğrafını gönderen ve öneri isteyen var, hediye için arayıp durum tarif eden var, kurumsal firmalar toplu gönderi yapıyorlar zaman zaman, dükkanlar dekor amaçlı istiyor veya çok sevdiği bir kase veya saksısını gösterip buna ne uyar diyen çıkıyor. Bitki sever herkese kapımız, bilgimiz, gönlümüz açık!
Şehrin göbeğinde kendinize bir vaha yaratmışsınız, bunu herkes yapabilir mi? Şehir insanı için neler tavsiye edersiniz?
Herkes her şeyi yapsa veya yapabilse herkes işsiz olurdu! Yapamaz tabii ama zor değil, önemli olan bitkilerin dilini okumak ve biraz vakit ayırmak... Kimsenin bitkiye şöyle bir fısıldayıp elini üzerinde dolaştırıp çiçek açmasını beklemiyoruz! Vardır öyleleri de elbet, eskilerin kadim insanları doğa ve doğanın güçleri ile daha haşır neşir. Biz şehirliler ise tablolar, Word dosyalardan, su verme rejimlerinden filan anlıyoruz. Hava durumuna bile kafayı dışarı uzatıp değil, Google'dan bakıyoruz. Hal böyleyken biraz köklere dönmek, biraz söyleneni bitki dilini, doğanın söylediğini dinlemeyi, anlamayı denemek yeterli bir vaha yaratmak için. Hatalardan yılmamak, ışık, toprak, su üçlüsünün nasıl işlediğini biraz kavrayınca başarmak hiç de zor değil. Workshop yapıyor musunuz diyorlar, isteyen gelir, bana her gün workshop!
Labofem'i daha geniş bir yere taşıyacak mısınız?
Geniş değil ama ev ortamından çıkarıp bir bahçe atölyeye geçeceğiz. Ayrılmayı göze alamadıklarım burada kalır, onlarsız bir sabah düşünemiyorum ama satış için olanları diğer tarafa taşıyacağım. Böylece ev ortamında fasulye pişirirken yakalanmaktan, müşteri de gelip bir şey almadan çıkmak olmaz, hiç de kolay değil randevulu filan bu iş demekten kurtuluruz. Oysa sadece sohbete bile gelenler oluyor ki en güzeli. Zaten kolay ayrılamıyorum bitkilerimden. Seviniyorum biri daha bayıldı diye ama üzülüyorum gidecekler diye, ya bakamazlarsa diye.
Seyyahlığa devam mı?
Bu sonbahar Tokyo seyahatimiz var; oğlum San ve beş yıldır diğer yarım, erkek arkadaşım Sezer ile gideceğiz. Geçen yıl Sakura zamanı Kyoto, Nara, Osaka turu yapmıştık, tam kiraz ağaçlarının çiçeklendiği festival zamanı. Şimdi de sonbaharı yakalıyoruz ki Acer ağacı yapraklarının kıpkırmızı olduğu müthiş bir zaman. İlk defa annemlerle 30 sene önce bir ay süren Uzakdoğu seyahatinde Japonya ile tanışmış ve aşık olmuştum. Sukulent ve kaktüslerin yüzde 50'sinin ana vatanı Güney Afrika'ya 3-4 defa motor turu için gitmiştim, her gittiğim yerde botanik bahçeleri illa gezerdim. Cape Town'daki Masa Dağı'nın dibine yerlesmiş Kirstenbosch'a da defalarca gitmek istiyorum.