RÖPORTAJ: BADE ÇAKAR bade.cakar@sabah.com.tr / FOTOĞRAFLAR CANAN YETİŞTİ SATKIN
FOTOĞRAF: ASİSTANLARI ZERİN DERE, ESRA AYAKLI
MEKAN İÇİN AKMERKEZ CINEMA PINK'E TEŞEKKÜR EDERİZ.
Kısa metrajlı filmi 'Aries' ile adından söz ettiren, TİKAD (Türkiye İş Kadınları Derneği) Başkanı Nilüfer Bulut'un kızı Dila Bulut, sonsuz hayallere ve çalışma aşkına sahip bir isim... Heyecanı, filmi her defasında yeni bir izleyici ile buluştuğunda daha çok artıyor. "Kafamda daha çok hikaye" var diyen Bulut, özellikle Türk kültürünü uluslararası platforma taşımak istiyor, hatta bunu ilk gösterimini New York'ta yapan 'Aries' filmini festivallere göndererek yapmaya başlamış. Heyecanı gözlerinden okunan cemiyet hayatının genç isimlerinden Dila Bulut ile bir araya gelerek, sinema tutkusunu, ilk filminin seyirciyle buluşmasının heyecanını ve gelecek planlarını konuştuk. "Yönetmen koltuğuna geçtiğinizde sihirbaz siz oluyorsunuz" sözleri ile tutkusunu paylaşan Dila Bulut, hayallerini gerçekleştirerek, bizi çok uzun süre büyüleyeceğe benziyor.
İlk kısa filminiz 'Aries' geçtiğimiz aylarda seyirci ile buluştu. Gerçekten de çok beğenildi. En başa dönelim... Sinemaya olan ilginizi nasıl fark ettiniz?
Sinemaya olan ilgimden önce en büyük merakım edebiyat ve felsefeydi. Kitap okuma alışkanlığını çok küçük yaşlarda edindim. Ortaokul ve lise yıllarımda yazarların ve sofistlerin yaşamlarına meraklandım. Bir düşüncenin ortaya çıkış şeklini ve bunun herhangi bir yolla aktarımını çok değerli ve heyecan verici buluyorum. Sinemayla da çocukluğumdan beri ilgiliydim ancak kült filmler ve yönetmene göre film seçmeye üniversite yıllarımda başladım. Hukuk fakültesinde okurken bunaldığım anlarda en güzel kaçışım filmler olmuş şu an fark ediyorum. Mezun olduktan sonra da beni esas besleyen şeyin sinema olduğunu fark ettim.
Hukuktan sinemaya geçiş gerçekten büyük bir değişim... Nasıl karar verdiniz?
Aslında üniversitede edebiyat veya sosyoloji okumak istiyordum fakat annemin de yönlendirmeleriyle kendimi bir anda Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde buldum (gülüyor). Okurken anneme çok kızdım ama mezun olduktan sonra anladım. Çünkü hukuk gerçekten insana bambaşka bir düşünce sistemi katıyor. Pencerenin iki tarafından kolaylıkla bakabiliyorsunuz. Yasal stajımı tamamlayıp, avukat olduktan sonra içimdeki sinema tutkusunu daha fazla bastıramayıp, New York'a iki yıllık yazar ve yönetmenlik eğitim programına gittim. Bu kararı almak tabii ki kolay olmadı ama çok okuyup, izlemenin bir sonucu olarak içinizi kemiren bir üretim aşkı oluyor. Genelde hikayeler, beynimde görsel imgelerle oluşuyor. Çok fazla rüya gören ve hayal kuran bir yapım var. Esas isteğim bu görsel düşüncelerimi paylaşmak ve anlatmaktı, daha sonra bunun en iyi yolunun yönetmenlik ile gerçekleşebileceğini düşündüm.
Yönetmen koltuğuna geçmek nasıl bir his oldu?
Biraz klişe olacak ama o gerçekten "anlatılmaz yaşanır" denecek cinsten bir tecrübe. Set gerçekten çok zor, stresli bir ortam çünkü zamanla yarışıyorsunuz. Koca bir ekip sizin tasavvur ettiğiniz dünyayı gerçekleştirmek için emek harcıyor ve hayal ettiğiniz şeyi monitörden izleyebilir noktaya geliyorsunuz, bu çok büyülü bir an. Zaten bütün zorluğu, mücadeleyi, fedakarlığı o an için veriyorsunuz. Teknoloji ne kadar ilerlemiş olursa olsun ben ekranı hala sihirli kutu olarak görüyorum ve yönetmen koltuğuna geçtiğinizde sihirbaz siz oluyorsunuz. Her şeyi sizin belirleyebildiğiniz sihirli bir dünya... Başka nasıl tarif edebilirim bilmiyorum.
Film çekim süreçleri nasıldı?
Her filmin çekim süreci doğum sancısına benzetilir. İlk önce kağıt üzerinde bir dünya kuruyorsunuz daha sonra gerçek hayatta o dünyayı inşa ediyorsunuz. Maddi, manevi, fiziken ve psikolojik olarak zorlu bir süreç. Ancak filmi İstanbul'da çektiğim için çok şanslıydım. Set öncesi ve sette annemin, ablamın ve arkadaşlarımın desteğini çok hissettim ama iki ay boyunca film ve senaryo dışında hiçbir şey konuşmadığım için sabırlarını bayağı bir zorladım. Her aşamada yanımda olan arkadaşlarıma, aileme tekrar teşekkür ediyorum. Sette çok keyifli bir ortam vardı. Kimse çekimlerin bitmesini istemedi. Kısa film olduğu için tadı biraz damağımızda kaldı.
Aries'ten bahsedelim biraz... Nasıl bir film oldu?
Aries özgürlükçü bir film oldu. İnsanı sorgulatan ve özgürleştiren. En çok da eleştirilme, yargılanma korkumuzdan, kabul edilme, beğenilme arzusuyla kendimize koyduğumuz tabulardan özgürleştiren... Bunlardan arınmadan kendimi tanıyorum diyemeyiz. Finalde kendimizi tanımaya açtığımız kapı var. O kapıdan geçtikten sonra Leyla'nın nasıl bir hayatı olacağını hala hayal ediyorum ve onu nelerin beklediğini biliyorum. Belki önümüzdeki yıllarda uzun metrajına devam edebilirim.
Senaryo yazım süreci nasıl işledi?
Hiç bitmeyen bir senaryo yazım süreci... Bu hikaye aslında kafamda uzun metrajdı, daha sonra kırparak hikayeyi bir gün etrafında anlatabilmek çok zamanımı aldı. Bir şeyi en kısa şekilde anlatmak çok daha uzun çalışmalar gerektiriyor galiba. Bir de bu senaryo benim okul bitirme tezimdi ve aslında New York'ta çekmek üzere İngilizce yazmıştım. Tam bitti demişken Türkiye'de çekmeye karar verip, Türkçe uyarlamasını yapmak çok vaktimi aldı. Çünkü doğrudan tercüme etmek, vermek istediğiniz anlamı karşılamıyor. Kültürel bir uyarlama yapmak gerekiyor. Diyalogları Türkçeleştirmekte çok zorlandım. Provalarda ve sette oyuncularla birlikte cümleler daha da şekillendi.
Her şeyi ile tamamen size ait olan bir unsuru, insanlara sunmak nasıl hissettirdi?
Tek kelimeyle korkutucu! Her ne kadar güzel yorum alsa da, yaptığım işe güvensem de her yeni izleyen kişiyle aynı korkuyu tekrar tekrar yaşıyorum. Sonra bu korkumu yendiğimi düşünüyorum ama yeni bir seyirci olunca tekrar aynı duyguyu yaşıyorum (gülüyor). Tabii ki de herkesin bir filmi beğenmesini bekleyemeyiz. Tarzlar, zevkler, sinemada izlemek için seçtiğimiz filmler ayrı. Milyar dolarlara çekilen dünyaca ünlü oyuncuların oynadığı filmleri acımasızca eleştirebiliyoruz. Hikaye yaratmak ve film gramerine oturtmak gerçekten dünyanın en zor işi ama beni korkutan eleştiriden ziyade insanlara iç dünyamı açıyor olmak. Çünkü bu iş iç dünyanızla doğrudan bağlantılı. Belki zamanla, paylaştıkça alışırım.
Film kadrosu ile de dikkat çekiyor. Leyla Feray, Kıvanç Kasabalı, Saim Karakale, Onur Gökçek ve Melisa Tapan... Bu isimlerle bir araya gelişiniz nasıl oldu?
Öncelikle hepsiyle çalıştığım için çok mutluyum. Leyla'nın karakteri için birkaç oyuncuyla görüşmüştüm ancak Leyla Feray'ın internette bir fotoğrafını gördükten sonra "Mutlaka o olmalı" dedim. Leyla'yla tanıştıktan sonra da ne kadar doğru bir isim olduğuna emin oldum. Karakteri derinlemesine çalıştık. Kıvanç Kasabalı da çok beğendiğim bir oyuncu. Onun da senaryoya inanmış olması beni çok mutlu etti. Saim Karakale, tiyatro kökenli çok yetenekli bir oyuncu. Filmdeki dominant, baskıcı erkek karakteri ile Leyla'nın naifliği birleşince kurmak istediğim ikili çatışma kolaylıkla ortaya çıktı. Onur gerçek bir sahne sanatçısı. Senaryoda 'Drag Queen' deyince Türkiye'de herkesin aklına gelen ilk isim oldu. Onunla da senaryoyu paylaştıktan sonra olumlu cevap aldım. Melisa ise benim canım arkadaşım (gülüyor). Kendisinin oyunculuğa olan ilgisini biliyordum. New York Film Academy'nin oyunculuk workshop'una gitmişti. Onun için de güzel bir anı olabileceğini düşündüm. Seve seve kabul etti ve çıkan sonuçtan karşılıklı çok mutlu olduk.
Gerçekten çok keyifli olmuş. Filmin ilk gösterimi New York'ta gerçekleşti. Yurtdışında festivallere de katılmak için başvurdunuz. Yurtdışından gelen ilgi nasıl?
Evet, ilk önce New York Film Academy'de gösterildikten sonra filmi New York Soho House Film Club'a gönderdim. Onlar da olumlu dönüş yapınca çok heyecanlandım. Kalabalık salonda Türkçe bir filmi izlemek çok gururlandırdı. Daha sonra söyleşi yapmak istediler, çünkü filmi izledikten sonra Türkiye'ye dair birçok şey öğrenmek istediler. Özellikle mekanlar, manzara, doğa dikkatlerini çekti. Soho'da kadınların ağırlıklı olduğu bir seyirci vardı ve fark ettim ki kadınlar filmle doğrudan daha yoğun bir empati kurabiliyor. Kadın erkek arasındaki ilişkinin dünyada benzer şekilde işlediğini söylediler ve herkes kendi tecrübelerinden örnekler verdi. Herkesin filmin herhangi bir yönüyle bağlantı kurabilmesi beni çok mutlu etti.
Hollywood'daki cinsiyet eşitsizliğinden dolayı sinema sektöründeki kadınlar tavırlarını ortaya koymaya başladı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Her sektörde olduğu gibi sinema sektöründe de kadınlar, erkeklerin iki üç katı mücadele vermek zorunda kalıyor. Bunun bir nedeni de setlerin zorluğu ama ben daha çok üretilen işlerin daha çok erkek dünyasına aitliğinden bahsetmek istiyorum. Kadının dünyası, kadın bakış açısı hala yeteri kadar temsil edilmiş değil. Kırılgan, narin, aldatılan, pasif kadın karakterlerden ziyade aktif, kendi kararlarını alan, bağımsız güçlü kadın karakterler daha çok yaratılmalı. Başrolü kadın olan filmler olsa da maalesef daha çok bu tarz kadınlar işleniyor ve yine erkek dünyası anlatılıyor. 'Bechdel' isimli bir test var. Kadının bir filmde yeteri kadar temsil edilip edilmediğine dair bir test. Bu testi geçmek için üç kriteri var; "Filmde iki kadın karakter var mı?", "Bu iki kadın film boyunca bir araya geliyor mu?", "Bu iki kadın bir araya geldiğinde erkekle ilgili bir şey dışında konuşuyor mu?"... Biraz araştırma yaptığınızda bu basit testi çok az filmin geçtiğini göreceksiniz. 'Tomb Raider' bile bu testi geçemiyor, çünkü Lara Croft filmdeki tek kadın karakter. Kadın senaristler ve yönetmenler açısından daha üretken bir dönemin başladığına inanıyorum. Beğendiğim kadın yönetmenler arasında Maya Deren, Agnes Varda, Sofia Coppola ve Deniz Gamze Ergüven'i sayabilirim.
Anneniz Nilüfer Bulut ve ablanız Nida Bulut, iş dünyasının başarılı isimlerden... Böyle güçlü ve başarılı iş kadınlarının arasında büyümek size neler kattı?
Annemizden öğrendiğimiz en güzel şey, her şeyin mümkün olduğuna olan inancı. Her zaman büyük düşünür, sınırlarını zorlar ve 'hayır'ı kabul etmez. Annemin bu yönü başladığım her işte beni cesaretlendiriyor. Çünkü öğrendim ki bir şeyin gerçekleşip, gerçekleşemeyeceği tamamen sizin ne kadar isteyip, ne kadar inandığınıza ve verdiğiniz mücadele ile bağlantılı. Ablamla yaratıcılığımızı hayata geçirmekteki disiplinde de tamamen annemin etkisi var. Annemin bebekliğimizden beri çok yoğun bir çalışma temposu oldu. Okul çıkışı evden çok ofisinde vakit geçirirdik. Kendi işi olduğu için çok önemli bir şey olmadığı sürece bizi yanından ayırmazdı. İnsanlarla iletişimine, toplantılarına şahit olabiliyorduk. Ve şu an anlıyorum ki ne iş yaparsanız yapın, her işin yüzde doksanını insan ilişkisi oluşturuyor. İnsan ilişkilerini dengede tutabildiğiniz sürece o işin ömrü uzuyor.
Gelecek için planlarınız neler? Uzun metraj film çekmeyi düşünüyor musunuz?
Kafamda beliren birçok hikaye var. Her gün, her an yeni bir fikirle tazeleniyor. Puzzle'ın parçaları gibi bütünleşip, hepsini ortak kurgulayabileceğim bir hikaye üzerinde çalışıyorum şuan. Uzun metraj en büyük hayalim ancak şu an sinema sektörüyle ilgili bir dönüm noktasından geçiyoruz. Mesela internet platformu için çekilen bir film üç dalda Oscar ödülü alabiliyor. Bu gibi platformlar sinema salonlarından çok daha geniş bir kitleye ulaşabiliyor. Mini dizileri de çok yakından takip ediyorum ve çok beğendiğim birkaç örneği var. Şu an için mini dizi de beni çok heyecanlandırıyor. Henüz yolun çok başındayım ama en büyük amacım uluslararası platformda herkese hitap edecek projeler üretmek. Sinema bir kültürü aktarmanın en güzel ve güçlü aracı. Amerikan kültürüne bu kadar yakın olmamızın en büyük nedeni Hollywood... Amerika bu silahı çok güzel bir şekilde kullanırken biz çok gerisindeyiz. Her ne kadar teknik ekipman, ekip, çalışma gücü açısından iyi imkanlarımız olsa da Türk kültürünü yeterince temsil eden ürünlerimiz yok. Bunun en büyük nedeni TV'de reyting, sinemada ise izleyici sayısı kaygısından kaynaklandığını düşünüyorum. Hatta reyting uğruna kültürümüze çok aykırı şeyleri ekranlarda görebiliyoruz. Oysa ki TRT, Yeşilçam zamanı seyirciyi de eğiten ne güzel örnekler yapılmış. Yine böyle işler yapılmalı...