Birce Akalay "Tiyatro hiç ayrılmak istemediğim oyun bahçem"

Oynadığı her rolle adeta bütünleşen Birce Akalay ile 1960'lara geri döndük. Büyülü bakışları, narin duruşu ve zerafeti ile bizi o yıllara götüren Akalay ile samimi ve keyifli bir söyleşi de gerçekleştirdik.

Birce Akalay "Tiyatro hiç ayrılmak istemediğim oyun bahçem"

Röportaj: Bade Çakar
Fotoğraflar: Erman İştahlı
Styling: Hakan Öztürk
Saç: Hüseyin Açıkgöz
Makyaj: Gülüm Erzincan
Mekan: Soho House İstanbul

Büyülü ve gizemli bir güzellik Birce Akalay'ınki... Bakışlarındaki derinlik, ses tonu, zarif duruşu, sakin enerjisi... Her özelliği ayrı ayrı bir etkiye sahip. "Karakter, benim içimde bir heyecan ve istek uyandırıyorsa, o anda tohumlar filizlenmeye başlıyor" diyen Birce Akalay'ın oynadığı her rolün üzerine başarıyla oturmasının nedeni de bu. Seyirciye yansıttığı kadını adeta üzerine giyiyor. Yakın arkadaşı Hakan Öztürk'ün styling'i ile gerçekleşen çekimimizde ise Birce Akalay'ın bu seferki rolü kendi deyimi ile "sanat eseri gibi yıllar" olan 1960'larda geçiyor. Sophia Loren'in çekiciliği ve Audrey Hepburn'ün zarafetiyle harmanlanan Birce Akalay tam o dönemin kadını...

'Ağlama Anne' projesiyle karşımızdasınız. Nasıl oldu bu projeye giriş şekli, süreç nasıl gelişti sizin için?

Geçtiğimiz sezon, bir önceki projemin finalini yaptıktan sonra aslında çok yorgundum ama Süreç Film; Ali Gündoğdu ve İnci Gündoğdu, senaryoyu okumamı istediler. Seve seve kabul ettim. Benim, Süreç Film ile bu 3. projem kariyerimde, yanılmıyorsam Atv ile de 3. projem oldu bu. Acaba bu sezon çalışmasam mı dediğim bir noktadaydım, Ali Abi dedi ki; "Bunu okuman lazım". Çünkü biliyordu beğeneceğimi, hissedeceğimi... Okuduktan sonra zaten "tamam" dedim. Çok etkilendim Alev'in hikayesinden...

Oynadığınız bütün roller güçlü duran kadınlar... Alev'de de öyle bir hava var...

Tam tersi, Alev güçlü bir kadın değil aslında, dışarıdan öyle görünüyor, ele güne karşı duruşu gibi düşün. Kendi içinde yavru köpek gibi bir kadın ve çok acı çekmiş, 18 sene hapishanede geçirdikten sonra bir kadının çok güçlü ve özgüvenli olmasını bekleyemeyiz. Kaya gibi sağlam durmak, onun kalkanı aslında. Bundan önce oynadığım karakterlerde de evet, belki güçlü başladık ama sonra karakterlerin zafiyetleri ve defolarına da yöneldik.

Ama zaten hayatta her insan böyle değil mi?

İşte zaten olması icap eden de o birazcık... Defolu olması. Hepimiz defoluyuz çünkü ve hayatın eğer biraz olsun bilge tarafını dinlemeye eğilirsek o defoları geliştirmeye, iyileştirmeye, düzeltmeye çalışıyoruz. Kimi insanlar da bunu kompleks olarak yaşıyorlar hayatları boyunca ki bu da mümkün. Ya olduğundan daha iyi ve mutlu görünmeye çalışarak gizliyor bu kompleksi ya da onunla barışamadığı için hayatta hep bardağın boş tarafına bakıyor.

Rollerinizi çok güzel aktarabiliyorsunuz. Peki, hazırlanma süreci nasıl oluyor?

Şöyle zaten hikayeyi okuduğum zaman aslında yolun tatlı bir kısmını kat etmiş oluyorum. İlk lokmayı yemek gibi bir şey bu. Eğer o hikaye ya da karakter benim içimde bir heyecan ve istek uyandırıyorsa, o anda gözümde derhal bir şeyler canlanmaya, tohumlar filizlenmeye başlıyor. Sonrasında hazırlık sürecinin uzun olması tabii ki hepimizin tercihi olur ama maalesef sistemde o kadar zamanımız olmuyor. O yüzden daha hızlandırılmış turda çıkarmaya çalışıyoruz işlerimizi. Üstelik sahadayken de bir sinema filmi uzunluğunda hatta daha uzun bölümler çekiyoruz. Dolayısıyla bu şartlar yüzünden belki birazcık daha hızlı oryantasyon sağlama refleksimiz gelişiyor. Alev'e hazırlık süreci toplamda 1-2 ay kadar sürdü. O kadını sevdiğim an itibariyle zaten ben onun için hissetmeye ve düşünmeye başlamıştım.

Yoğun sürecin içinde siz kendinize nasıl zaman ayırıyorsunuz? Yorucu olmuyor mu?

Ayıramıyorum. Ben 10 senedir hiç durmadığımı fark ettim. Geçtiğimiz sene çok sevdiğim bir dostumuzu çok erken denebilecek bir yaşta ani ve beklenmedik bir şekilde kaybettik. Bu acı olay sonrasında hayatlarımıza, ailemize ve sevdiklerimize ayırmamız gereken zamanların kıymetini fark ettim. Ertelediğim ne varsa bir bir önüme serildi. "Tüm bunları fark ettin de ne oldu?" dersen, bir şey olmadı şu an hala çalışıyorum. Dışardan göründüğü gibi değil, günde 14-16 saat bir yere adanmak... Sevmeden de yapılacak bir şey değil. Çok küçük yaştan itibaren bu mesleğe adamasaydım ruhumu ya da bunu bu kadar istemeseydim, tahammül edemeyebilirdim bunca yıldır bir an için bile durmamaya. 20'li yaşlarımın başında bu işe başladığımda 90 dakika çekiyorduk ve ben aynı zamanda hem okuluma gidip, hem çalışabiliyordum. Ama şimdi yeni başlayan jenerasyonu düşünemiyorum. Üstelik hatırı sayılır birçoğunluğu sadece televizyonda bir şeyler yapmak ya da bir yerlere gelmek için oyunculuğu da tekdüze bir yerden okuyorlar. Çoğunun yeterliliğinin olduğunu düşünmüyorum. Ama bu onların suçu da değil. Onlar bize göre daha şanssızlar. Ben çok tüketilmediğim için 10 sene hiç durmadan çalışmayı kaldırabildim.

Dizi dışında bir de 'Yedi Kocalı Hürmüz' var. Hangisi size daha çok haz veriyor?

İkisini birbirinden ayırmak çok mümkün değil. Ama benim ilk gözağrım günün sonunda sahne... Aslında meslek hayatımda öncelik olması gerekirken, 10 senedir ne kadar öncelikte diye sorarsan, değilmiş gibi duruyor. Çok ama çok özlediğim ve hiç ayrılmak istemediğim oyun bahçem orası ve bana hep çok iyi geliyor, orada iyileşip yenileniyorum. Tiyatroda yatıp, kalkabilirim, hiç oynamama da gerek yok. Dekor da yapabilirim. Ait olduğumu hissettiğim yer orası. Sadece sahnede olmak için tiyatroyu seçmiştim sakatlandıktan sonra ve hayat bu tercihimi bambaşka yerlere götürdü. Ben oyun oynamayı seviyorum tabii ki dizi seti de bambaşka ama bir oyunun başlaması ve bitmesi, sonunda duyduğun alkışın hissettirdikleri paha biçilemez. Hürmüz'ün ikinci sezonu ve kapalı gişeyiz. 1800 kişilik bir salon hınca hınç doluyor çok şükür. Evinden kalkıp özenip tiyatroya giden seyircinin özeni beni hep çok etkilemiştir.

Başarılı oyunculukta konsevatuar eğitimi sizce ne kadar önemli?

Ben Müşfik Kenter öğrencisiyim. Onun son dönemlerine yetiştim. Çok isterdim daha aktif olduğu yıllarda öğrencisi olabilmeyi ama onun her zaman söylediği şey şuydu; "Yetenek yüzde 1'dir. 99'u çalışmakla gelir"... Konservatuarın şöyle bir artısı var; orası engin bir deniz... 4 sene boyunca hayatım boyunca belki oynayamayacağım bir sürü karakteri burada deneyimlemek ve çalışmak muazzam bir şey. Bir dizi setinde veya filmde 20 yaşındayken, kimse size 80 yaşındaki birisini oynamanızı teklif etmez... Bu hem bir lüks hem de emek aslında. Konservatuvarda tüm arkadaşlarımla dünya kadar oyunu deneyebildik, becerebildik mi? Becerememiş de olabiliriz ama deneyimledik, bir sürü şey öğrendik orada. Orası bir öğreti yuvası. Örneğin, küstah bir izleyici emeğini izliyor televizyonda ve acımasızca değerlendiriyor diyelim. Sen gidip, bir doktorun açık kalp ameliyatı yaparken "yok o damar öyle bağlanmaz" diyebilir misin? Mümkün değil. Her mesleğin bir saygınlığı olduğuna inanıyorum ve o saygınlığın da gerçekten emekle geldiğine inanıyorum. Yani konservatuvar okumuş, okumamış diye bir ayrım yapmıyorum. Yetenek öyle bir şeydir ki bazıları gerçekten doğuştan çok yeteneklidir. Bu şekilde kategorize edemem hiçbir oyuncuyu. Ama bu bir şanstır ve gelişmek için çalışmak, mesleğine duyduğun saygıdır. Ben kendimi şanslı olarak niteliyorum.

Bale, tiyatro, müzik... Sanata olan bu ilgi aileden mi geliyor?

Benim babam teknisyen ama muazzam bir kulağı vardır. Annem beni doğurana kadar çalışmış sonra durmuş, bir süre sonra beni belli bir yaşa getirdikten sonra yine çalışmaya başladı. O Türk sanat müziği söyler mesela, anneannemin de sesi çok güzeldi rahmetlinin. Duysan taş plak derdin, yani öyle bir ses. Ben Batı-Doğu sentezi içinde büyümüş gibiyim. Babam bir sabah Led Zepellin ile uyandırırdı, bir sabah Vivaldi ile, annem mutfaktan Dede Efendi mırıldanır. Ortaya karışık yani. Biz demokratik ve güzel bir aileydik. Onlar hep benim hayatta neye meyil ettiğimi izlediler ve doğru yönlendirdiler... Ailede benden başka sanatla uğraşan bir tane kuzenim var; o bale yaptı, konservatuarlı o da. Onun haricinde yok ama gerçekten sanata çok düşkün ve onu hissetmeyi seven, bir ailem var. Onlar bu yolu açtı bana. Ama hala sanat yaptığımı düşünmüyorum. Bir sanat dalını seçtim ve onun üzerinden işimi yapıyorum. Ama üretimlerime asla tam olarak sanat diyemeyiz.

Duygusallık mı daha fazla mantık mı sizde?

Ben İkizler'im, bende ikisi de çok ağır basıyor. Her ikisini aynı küfede taşımak zor, şu anda bile kararsız kaldım (gülüyor). Bilmiyorum yani, ona tam net cevap veremem. Çok duygusal bir insanım. Duygularımla, sezgilerimle çok hareket ediyorum. Ama bir şeyde aklıma yatmıyorsa eğer, şuradan şuraya adımımı attıramazsın.

Peki, aşk sizin için ne ifade ediyor?

Bak mesela buna düşünerek cevap veriyorum. Yani hiç eksik olmasın tabii. Sadece dünyevi değil ki aşk, bence neye aşık olduğun önemli; ben yaşamaya aşığım hep, o kesin. Çok klişe bir cevap olacak ama öyle yani. Aşk sadece dünyevi değil, benim için... Zaman zaman şekil değiştirip duruyor işte.

Çekimimizde geçmiş zamana yolculuk yaptık. Bir Sophia Loren, bir Audrey Hepburn gidip, geldik... Ruhunuz biraz o dönemlere ait mi?

Öyle... Biz Hakan'la (Öztürk) 2012 tanıştık ve o dönem Atv'de dönem işi çekiyorduk, o da stil direktörüydü. O zamandan beri su sızmaz aramızdan öyle severiz birbirimizi. Ona söylerdim, hiç bu devre ait hissetmiyorum kendimi diye. Dinlediğim müzikler, hayata bakış açım, o da biraz öyledir... Yenilikçiyimdir evet, realistimdir de ama o naif dünya, o yılların yaşam yelpazesini daha çok seviyorum. Kadınları, erkekleri, romansları, ne bileyim daha yaşanır geliyor bana, sanat eseri gibi yıllar işte, henüz tüketilmemiş geliyor bana ki tüketimin başladığı zamanlar o zamanlar. Annem öyledir mesela hala o eski filmleri izlediği zaman gözünden iki damla yaş süzülür ve ben onunla birlikte büyüdüm. Ne olur, bir gün armut elbette dibine düşer (gülüyor). Arnavut kaldırımını seviyorum ben, asfalt sevmiyorum.

Saçınızı kısacık kestirmeniz çok büyük ses getirdi. Güzellik sizin için ne demek?

Yaklaşık 8 aydır konuşuluyor bu (gülüyor). İnsan keyfi bir şey yapamıyor bu ülkede yani ya psikolojisi bozuk oluyor, ya başka bir şey. Bir takım insanlar başkalarının hayatlarını ve yaşadıklarını kendi güdük hayal dünyalarında gerekçelendirmeyi çok seviyor. Buna yapacak bir şey yok, dünyanın her yerinde bu böyle. Benim kesim serüvenim (gülüyor) tamamen saçlarımın çok yıpranmasından dolayıydı. Bir de ben babaanneme biraz benziyorum. Babaannemin gençlik yılları Frankfurt'ta geçmiş, o yıllardan kalma çok şık fotoğrafları var, onlara bakıp bakıp, kısa saçlı hallerine çok özenirdim ama yıllardır projelerden dolayı kestiremiyordum. Geçtiğimiz sezon sonunda da "Bu sene çalışmayacağım nasıl olsa" deyip, kestirdim. Güzellik ise bana göre ise tamamen kendimi nasıl hissettiğimdir...

Hayatta hala yapmayı hayal ettiğiniz şeyler neler?

Ben hayal kurmuyorum. Yani hep bir sonraki basamağı düşünüyorum. Ama 35 yolun yarısı olunca, 35'in de herhalde öyle hikayesi var. Bir oyun yönetmek istiyorum. Bir film yönetmek istiyorum. Daha çok yazmak istiyorum. Daha çok gezmek istiyorum, ülkeler görmek istiyorum. Başka nehirler, denizler görmek istiyorum, insanlar tanımak istiyorum. Yani yaşarsam bunları yapmak istiyorum şimdilik mesleki olarak bir film, bir oyun yönetmek, yazmak ve oynamaya devam etmek bir sonraki basamak diyelim. Bu işten sonra dinlenip, biraz daha gezip, daha fazla besleneceğim hem sanattan hem insandan hem hayattan. Önce bir yarın olsun.

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca hazırlanmış aydınlatma metnimizi okumak ve sitemizde ilgili mevzuata uygun olarak kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak için lütfen tıklayınız.